Bir sorun çıktığında, genelde sorunu daha da büyük bir sorun haline getirmeye panik halinde verdiğimiz tepkiler sebep olur. Panik, kontrolü kaybetme hissinden kaynaklanabilir. Kontrol ve ego bağlantılıdır değil midir?
Zihin bir yönüyle bir ayna gibi tarif edilir. Ya da belki interaktif bir ekran diyelim. Başlangıcı ayna, sonrası ekran… dolayısıyla çevreden duyular aracılığıyla alınan verilerle şekilleniyor, anılarla mayalanıyor, fantazilerlerle değişiyor vs…
Sınırsız veri girişi var. Ardından işler karışıyor ve karmakarışık, içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Daha doğrusu böyle bir tehlike var ve tehlikeye karşı da baş etme mekanizmaları. Öncelikle öncelikler sıralaması yapılıyor, önyargılar ve basitleştirmeler olmazsa olmaz. Ekleme, çıkarma, boşluk doldurma, rasyolelleştirme ve daha neler neler…
Ruh bilimi (Psikoloji), tıp, sinir bilimi, biyoloji gibi alanların geliştirdikleri çeşitli kavramlar var bu mekanizmalar ve fonksiyonlar için. Kavramların kimileri bilinç ve bilinçaltı/ dışı gibi soyut, kimileri de somut, organik ve biyokimyasal şeyleri kapsıyor. Bu kavramlardan yola çıkan çeşitli modellemeler, fikirler ve tezler var.
Anlaşılacağı gibi, gerçeklik algılarının bu kadar şaibeli, dolaylı, göreli olması, olanla, olan üzerine sahip olunan kanıların ve iddiaların habire sarsılmaları, inanç ile bilgi arasında var olduğu düşünülen kesin ayrımı da tartışmalı hale getirdi bazı kesimlerde. Gözlem üzerine deneyin de eklenmesi sorunu çözmedi. Bilim yöntemi sorgulandı. Deney koşullarının, seçilen verilerin, niyetin, sermaye sistemi ve kar etkeninin, Ego faktörünün de dikkate alınmasıyla haklı olarak akademiye de mesafe alanlar oldu. Bütün bunların üstüne bir de Quantum deneylerini yapanlar, alıştığımız neden- sonuç ilişkilerinin (determinizm) olmadığı olguları gözlemlediklerini açıklamaları var ki, bu açıklamalar akılları iyice karıştırdı. Bu verilerle zihnimizle gerçekliğin asla örtüşemeyeceği iddasından tut da, simülasyon, çoklu evrenler gibi modellemelere kadar fikirlerin yolları daha bir açıldı. Ve bir de nelerin mümkün olup olamayacağına ilişkin varsayımlar alt üst oldu. Küçümsenen kadim metin ve gelenekler daha bir dikkat çekmeye başkadı. Büyük sorular açık zihinli insanların gündemine çıkmamacasına girdi. Acaba beyni ve bedeni aşan bir fenomen miydi bilinç ve zihin? Madde anlayışı toptan değişince bilinç ya da ruh gibi değişmeyen bir öz var mı sorusu tekrar canlandı.
Şimdi buradan giderek daha somuta, bell bir alana ve görece daha sade olan br metoda doğru inelim.
Kadim metinler ve yogiler zihni aşarak, başka bir duyu ötesi algı durumunda bu cevaplara öznel olarak ulaşılabileceğini söyler. Burada hedef benzer olmakla beraber, yol ve yöntemlerde geleneklerin farkları var. Şimdi köklü geleneklerden Dao/ Zen okuluna bakalım.
Burada önerilen kadim artı modern, eşittir klasik çözüm ise zihne bir reset atmak. Yani başlangıç zihnine dönmek. Yani o temiz ve pürüzsüz aynaya. Daha da iyisi orada kalabilmek. Dao’nun acemi zihninde var olmak… İyi ama aynanın yansıttığı sadelik değil de huzur kaçırıcı şeylerse ne olacak? Burada esaslı bir ‘kendilik’ tanımına ihtiyaç var. ‘Ben zihinim’ diyorsak işimiz zor. Bütün bunları farkında olan bir gözlemci ile kurabileceğimiz bir özdeşlik bize müthiş kapılar aralayabilir. Kimileri buna üst benlik, üst bilinç/ farkındalık vs diyor.
Aynanın etrafı ne kadar sadeyse işimiz o kadar kolaylaşır. İşte doğa burada etkilidir. O aynayı etrafındaki muhteşem güzellikleri, dağları yansıyan bir göl olarak düşünelim. Bu durumda yansıyan ve yansıtılan arasında paralellik vardır. İlizyon gerilemiştir. İkilik içerisinde birliğin algılanabileceği bir kapı aralanmışır bu manzarayla. Sadeliğin olmadığı kargaşada aynanın bu işlevinin hakkını vermesi çok zordur.
Gerçek meditasyona yargılamayan ve sadece gözlemleyen zihin aşamasından geçmeden ulaşlmaz denilir. Yargılardan soyunmak, sadece sessiz bir göl olabilmek özgürleştirir. Bunun arkasındaki gizem gene zihnin ve kavramlar dünyasının, düşüncelerin prangalarını aşmakla ilgilidir.
Ego için bu yol bir tehdit gibi algılanabilir. Ne de olsa onun işlevi ayırmak, hayatta kalmak ve kavga ile ilgilidir.
Doğada kendimizi çok zayıf hissedebiliriz. Kritik bir eşik açıldıktan sonra ise çok güçlü hissedebiliriz. Paradoksal olarak kendimizden vazgeçip uyumlandığımızda, kontrol isteyen, bulamayınca panikleyen Ego’muzu o sessiz gölün bilgeliğine bıraktığımızda uyumun büyük gücüne ulaşırız.
Bunun için çeşitli geleneklerin takip ettikleri yollar vardır. Çeşitli el sanatları, Yoga, Qi Gong, kaya tırmanışları, çeşitli oyunlar, spor ve sanat faaliyetleri. Yani türlü türlü içsel ve dışsal faaliyetler parçalanmışlığı aşmaya giden yolda işe yarayabilir.
Fukuoka’nın doğayı gözlemleyerek oluşturduğu Doğal Tarım Yolu da bunlardan birisi. Hatta toplumsal olarak hayati ihtiyaçların karşılanması temelinde bir yol olduğu için, diğerlerinden daha da aciliyetle ele alınmalı ve yaygınlaşması için elden gelen yapılmalı. Böyle bir zemin büyük potansiyellerin açığa çıkmasına yardımcı olacak, ruhsal gelişim ve şifa arayan Can’lara bir çekim merkezi ve ilham kaynağı olacaktır.
Wu Wei Dao felsefesinin temel kavramlarındandır. Anlamı eylemsizlik, daha iyi bir ifadeyle yapmadan yapmak. Yoga metodololisinde birliğe statik duruşlarla varılır. Kundalini potansiyel enerjidir ve ancak sessizlikte harekete geçer. Doğal tarım da fazlalıkları atarak sadeleşerek, doğaya yaklaşarak yaşamaktır. Koşulları oluştuğunda, ego yol verdiğinde yoluna girmeyecek iş kalmayacağını bilme bilgeliğidir. Sessiz gölün neşeli çocukları olmaktır.
Konvansiyonel tarım doğaya hükmetmekle daha çok ilgilidir ve dolayısyla Ego ile. Oysa Doğal Tarım ormanı taklit ediyor, toprağı sürmemek gibi temel bir tutumla ayrılıyor diğer tarım yöntemlerinden. Olumsuz toprak koşullarında bile, bir kaç senelik bir çaba sonucunda sürme, ilaçlama, ‘zararlılarla’ mücadele, ayıklama, gübreleme, budama, sulama gibi doğada olmayan uygulamaların ya hiç yapılmadığı, ya da minimuma indirildiği bir tarım söz konusu olan. Yani traktör yok, kredi borçlanması yok. Gereksiz masraflar yok, işgücü çok az, sağlık ve mutluluk için her şey var. Üstelik bankalara borçlu kimyasal tarım çiftçilerinin mahsulleri kadar da mahsül…
Elbette böylesine radikal bir biçimde egemen rasyonellerle çelişen Doğal Tarım’ın yolu, hem eğemenlerin çıkarlarına dokunduğu için tarım tekelleri, ve hem de ideolojik hegemonyaya alınmış sıradan insanlar tarafından tıkanmaya çalışılacaktır.
Yakın zamanda bir arkadaşın bana aktardığı bir deneyim oldu. Yaygın olan alışıldık yöntemlerle toprakla uğraşmanın kendisi de dahil Ego’yu büyüttüğünü, çelişkileri arttırdığını anlattı. Tarım ve hayvancılığın yapıldığı alanlarda bitmek bilmeyen kavgaların olduğu malumumuz. Burada doğaya egemenlik çabasının ‘doğal’ sahiplenme ve mülkiyet duygularını büyüttüğünü görmek gerekir. Büyük bir zahmet ve büyük bir kavga/ mücadelenin olduğu yerde bunlar kaçınılmaz.
Doğal Tarım’ın sadece bir tarım yöntemi olmanın ötesinde bir yaşama biçimi ve tutumu olması, uygulayanı toprağın sahibi değil de onun arkadaşı, parçası yapar. İşte böyle olduğu için, bu uygulamaya, böylesi bir tutumu içselleştremeyenlerin uzak kalması da normal. Yunanistan’da Panos Manikis’in otuz yıl önce kurduğu çiftlik başarıyla yaşadığı halde ikinci bir örneğinin o ülkede olmaması düşündürücü. Panos sistemin kurucusu Fukuyoka’nın öğrencisi, sevgili Kutluhan Özdemir de bu güzel misyonu samimiyetle sürdüren bir arkadaş.
Kişisel sebep ve sempatim dışında bu yöntemin yaygınlaşmasının dünya gezegeninde yaşanan acıların, yoksulluk ve sömürünün hafifletilmesi, dostluğun, uyumun, yaşamın güzelleşmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir zemin sadece ekonomik yaşamı kolaylaştırmak, maddi varoluşu en az enerjiyle garantilemekte kalmayacak, bence bu zemin ruhsal özgürlüğü, zihinsel ve bedensel şifayı, merhametli ve dayanışmacı ilişkileri de destekleyecek.
İşte sen de benzer sorunlarla meşgulsen, benzer amaçlara sahipsen bu yönteme bir bak derim. Meditasyonu destekleyecek bir doğal ortam ve yaşam biçimi olarak da özellikle uygun. İkisi de bırakmakla, müdahaleleri minimuma indirmek ile ilgili.
Tohum toplarını saçıp yeşertirken kader/ karma tohumlarını çözümlemek ve vahşi kapitalizmin hegemonyasından özerkleşmek, dostlarla paylaşmak…
İşte bu mümkün olabilen bir yeryüzü cenneti değil de nedir?